Dünya yaşamına doğduğumuz andan itibaren sürekli gelişim ve değişim içiresindeyizdir hepimiz. Biyolojik özelliklerimizin sınırları ve insani bütün donanımlarımızın kapasitesi içerisinde çevreye adapte olmaya çalışırız. Adapte olduğumuz kadar gelişir ve çevre ile uyumlanırız. Kendimizi zorladığımız sürece bu uyumlanmayı en yüksek seviyede yaşarız. Kaslarımız kullanıldıkça güçlenir, zihnimiz öğrendikçe keskinleşir, konuştukça lisanımız akıcı hale gelir, vücudumuzu besledikçe sağlıklı olarak kalır. İnsan ile yaşam arasında görünmez kalemle imzalanmış bu anlaşmanın ilk maddesi, insanın hayat denilen ve sürekli yenilenen varoluşla gerçekçi iş birliğini kurgulaması gerekliliğidir.
Gerçekçi iş birliğinin oluşabilmesi için ilk önce sınırlarımızı, yeteneklerimizi keşif etmemiz gerekecektir. Neyi yapıp neyi yapamayacağını bilme hali, başarılabilir hedefleri gündeme alacağı için, sonucunda başarıyla gelen mutluluğumuzun kaynağı haline gelecektir. İnsan olmaktan kaynaklı sınırlı kas kapasitemizle tonlarca ağır taş kütlesini kaldıramazken, bu yetersizliğimizi kabul edip pes etmek yerine, o ağırlığı kaldırabilecek cihazları icat edebildik. Yine, uzayın insan organizmasına uygun olmayan habitatına rağmen, geliştirdiğimiz teknoloji sayesinde aya ayak basabildik. En derin sulara dalmak için deniz altı, göğü fetih etmek için uçakları ürettik. Kısacası bizler biyolojik sınırlılığımıza rağmen, bedenimizin dünya ile uyumlanmak için aklı aracılığı ile en kestirme yolları bulabildik. Çabalarımız sayesinde zor olanı kolaylaştırdık.
Daha en başından kabul etmemiz gereken konu, hepimizin eksikleri, kusurları olduğudur. Bize içinde yaşam bulup ruhumuzu taşımak için verilen bedenlerimiz, sonsuz kainat karşısında çok savunmasız olduğunu kabul etmeliyiz. Aslında her birimiz bu kısıtlılık içinde varlık sürdürürken, ruhumuzun sınır tanımayan enginliğinde yaşam sevincimizi yarattığımız kadar tam olabiliriz. Eksikliklere odaklanılarak geçirilen zamanın telafisi elde olanı son noktasında kadar yaşayıp ondan tat almayı başarabilmekle mümkündür.
Hayat hiç birimizi mutlu etmek zorunda değildir. Böyle bir misyonu yoktur. O olduğu gibi soğuk, nesnel, fiziğe dayalı haliyle tekrarlı oluş halindedir. Onun bu nesnelliğine karşı, insanın ruhundan dışarı taşmayı başarabilmiş yaşam sevinci, kainata duygusuyla renk katacaktır. Kainata insanlığın dokunuşları, her şeye rağmen savaşma cesaretini gösterebilen cesur yüreklerin parmaklarıyla olacaktır. Gülümseyen bir yüz, parıldayan bir çift göz, güneşi aydınlatan enerji olup her yana yayılarak, insanlığın dünya karşısındaki acziyetini unutturup savaşma irademizi güçlendirecektir.
İnsanlık umudunun geleceğe taşınması gerekir. O umudu taşıyacak güçlü omuzlara, kollara, bedenin herhangi bir parçasına ihtiyaç yoktur. Sevmeyi bilen kalp, savaşmayı bilen ruh, affetmeyi bilen vicdan bunun için yeterlidir. Bu donanıma sahip insan, içinde bulunduğu şartlar ne olursa olsun, inancını ve azmini koruyacağı için başaracaktır. Bütün imkanlarına rağmen yaşam sevincini kaybetmiş bir kişinin yılgınlığı onun gözlerinde yoktur. O, insanlığın onurunu sonsuz geleceğe kalbinde taşıyarak götürecektir. Onun yol alması için ayaklara ihtiyacı yoktur. Nesneyi tutmak için kollara gerek duymaz. Bakmak için gözleri olmasa da olur. Kainatın ritmini duymak için kulaklarını kullanmaz o. Onun kalbinde taşıdığı inancı ve savaşma gücü, insanlığın bütün eksikliklerine rağmen, tam olmanın huzurunda, gerçek mutluluğu aramakla meşguldür.
Uzman Klinik Psikolog Osman İLHAN
Bi Nefes Psikolojik Danışmanlık Merkezi